“Bursa, Olimpos Dağı’ndan akan olağanüstü zenginlikte kristal, soğuk kaynaklara sahiptir. Yer altı kanalları şehrin içinden geçiyor, birçok sokakta altınızda ve yanlarınızda suyun şırıltısı duyuluyor. Her evde çeşmeler ve havuzlar var, çarşılarda bile var…”
“…Oldukça yüksek, ancak su bakımından fakir bir nehir yatağı üzerinde tamamen kapalı bir taş köprü, şehri banliyölere bağlıyor. Bu köprünün her iki tarafında ipek dokumacılarının yaşadığı ve çalıştığı küçük konutlar bulunuyor. Bu köprü bende büyük bir hayranlık uyandırdı, çünkü yapımı Şark’tan çok, bizim ülkemize aitmiş gibi görünüyordu. Ne Suriye’de ne de Mısır’da böyle başka bir köprü görmedim…”
Tam 183 yıl önce Bursa sokaklarında dolaşmış bir gezginin küçük notları bunlar. “Velhasıl Bursa’nın sudan ibaret” olduğu fark edip, büyük olasılıkla dünyadaki 4 çarşılı köprü arasında bulunan Irgandı’ya hayran kalan Avusturyalı bir kadın gezginin notları…
Ida Pfeiffer, zengin bir ailenin, 5 erkek çocuk arasında büyümüş, babasının özellikle ‘erkek’ gibi yetişmesine izin verdiği bir kızdı. Aklı fikri dünyayı dolaşmaktaydı ama dünyaya geldiği çağ bir kadın için bunu neredeyse imkânsız kılıyordu. Yine de başardı...
1797’de Viyana’da doğdu. Babası o bir genç kız iken iflas etti. 1820’de evlendi. 18 yıllık çalkantılı bir evlilik sonunda kocasını da yitirdi. 2 oğlu ayakta durup kendi geçimlerini sağlayacak mesleklere sahip olduktan sonra türlü eziyet ve sıkıntılarla geçirdiği ömrünün son demlerinde yeniden gözünü yollara dikti. 45 yaşında, zaman zaman ‘kadın’ kimliğini gizleyerek, Viyana’dan yola çıktı. Sonrasında farklı rotaları ekleyeceği bu ilk dünya turunda; İstanbul, Bursa, Beyrut, Yafa, Ölü Deniz, Kudüs, Nâsıra, Şam, Baelbek, Lübnan, İskenderiye’ye ve Kahire’yi ziyaret etti. Süveyş Kanalı’ndan çölü geçip Kızıldeniz’e ulaştı. Geri döndü, Mısır’dan sonra tüm İtalya’yı gezip, Sicilya üzerinden ülkesine dönmeyi başardı.
ASYA ANA KARASI’NA DOĞRU YOLA ÇIKIŞ
22 Mart 1842’de yola çıkıp turunu Aralık 1842’de tamamlamayı başaran Ida Pfeiffer, notlarından anladığımız kadarıyla, bugünkü turist ziyaret ortalamalarına denk düşecek şekilde 2 gün ve 1 gece için Bursa’yı da gezi programına dahil etti. Bunun ilk günü zaten Gemlik-Bursa arasındaki at yolculuğuyla geçti.
Türkiye’deki ilk durağı olan İstanbul’dan 13 Mayıs 1842’de sabahın çok erken saatlerinde bir buharlı gemiyle Gemlik’e doğru yola çıkan Pfeiffer’in yanında yabancı 3 erkek vardı. Gezginlerin bulunduğu gemi öğleden sonra saat 14.30’da Gemlik’e ancak vardı. Sonrasında atlarla yolculuk başladı:
“İki kardeş Baron Carl ile Friedrich von Buseck ve yetenekli ressam E. Sattler, Bursa' ya bir gezi yapmaya karar verdiler. Ben de aynı isteği dile getirdiğimde, dördüncü kişi olarak onlara katılmama izin verecek kadar nazik davrandılar. Ancak iş uygulamaya geldiğinde, kısa süre sonra tereddüt ederek içlerinden birisi bana ata binmede iyi olup olmadığımı sordu. Aksi takdirde onlarla gitmemeliydim, çünkü Gemlik limanından Bursa ya 4 Alman mili vardı. Yol kötüydü ve geminin her zamanki Gemlik'e varış saati olan öğleden sonra 14.30’dan gün batımına kadar şehre varmak için beyefendilerin meşakkatli bir yolculuk yapması gerekecekti. Onların temposunda at süremezsem, beyefendilere büyük bir utanç yaşatacaktım, hatta yolda beni geride bırakmak zorunda kalabileceklerdi. Daha önce ata binmemiştim ve doğruyu itiraf etmeye yakındım. Ama Olimpos Dağı’nın eteklerindeki güzel şehir Bursa’yı görme merakım ağır basıyordu ve at sırtında kesinlikle geride kalmayacağımı cesurca iddia ettim.”
“CENGAVER GÖRÜNÜMLÜ HALİS BİR TÜRKMEN”
Pfeiffer’in kalemiden devam edelim:
“13 Mayıs günü sabah altı buçukta, 40 beygir gücünde, küçük buharlı gemiyle Konstantinopolis' ten ayrıldık. Yedi saatlik bir yolculuktan sonra Gemlik’e ulaşana kadar Prens ve Köpek adalarını geçtik, Marmara Denizi' nden karla kaplı Olimpos Dağı'na doğru ilerledik. Konstantinopolis’ten 34 deniz mili uzaklıktaki Gemlik; yoksul, perişan bir yerleşim yeriydi; sadece bir zamanlar Bitinya bölgesinde, bir liman olarak oldukça canlıymış. Tuna Denizcilik Şirketi'nin temsilcisi bize iyi atlar ve rehberimiz olarak, güçlü ve cengâver görünümlü halis bir Türkmen sağlayacak kadar nazikti. Kemerinde birkaç tabanca ve bir hançer yanında sağlam kavisli bir kılıç ve bir çift ayakkabı yerine çizme giyiyordu. Çizmelerin üstü çok geniş beyaz bir kumaş şeritle kaplıydı, üzerine mavi çiçekler ve süsler işlenmişti.”
GEMLİK-BURSA ARASINDA ATLA YOLCULUK
Pfeiffer’ın Gemlik-Bursa arasındaki atlı yolculuğu başlıyor:
“Cesaretle Rozinante’me atladım, kendimi koruyucu ruhuma emanet ettim ve şimdi yola koyulduk, fakat oldukça yavaş bir şekilde tepeleri ve vadileri aşarak. Atın üstünde sağlam bir şekilde oturduğumu hissettiğimde sevincim sınırsızdı, ancak atım kısa adımlarla hızlı hızlı yürümeye başladığında kendimi oldukça garip hissettim. Üzengileri idare edemiyordum, bazen topuğuma oturuyorlardı, bazen tamamen kontrolümden çıkıyorlardı ve dengemi kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldım. Keşke birinden tavsiye isteye bilseydim! Ne yazık ki yapamadım; binicilik konusundaki cehaletime ihanet edemedim. Bu nedenle, atımın inatçı olduğu ve ancak diğerlerinin önüne geçtiğinde iyi gittiği bahanesiyle kasten en arkada kaldım. Ama asıl sebep beylerin manevralarımı görmemesiydi. Çünkü her an düşeceğimi sanıyordum. Eyeri sıklıkla iki elimle kavrıyor ve bazen bir tarafa bazen de diğer tarafa sarkıyordum. Daha da korktuğum dörtnala sürüş; beni şaşırtacak şekilde tırıs sürüşünden daha geçti.
Cesaretim sanırım Tanrı tarafından ödüllendirildi ve fena halde sarsılmış olmama rağmen yolculuğumuzun hedefine kazasız belasız ulaştım. Yürüdüğüm süre boyunca çevreye bakmak için de zamanım oldu. Yolun yarısı bir tepeden diğerine uzanıyor; insan bir tepeye tırmandığında önünde sınırlı bir manzara oluyor, özellikle de Marmara Denizi’nin güzel manzarasını görebilmek için başını sadece geriye doğru çevirmesi yeterli.”
Ida Pfeiffer, zengin bir ailenin, 5 erkek çocuk arasında büyümüş, babasının özellikle ‘erkek’ gibi yetişmesine izin verdiği bir kızdı.
“İNCİ GERDANLIK BURSA”
Pfeiffer sonunda, ziyaret eden bir çok gezginin Uludağ’ın boynuna dolanmış inci bir gerdanlığa benzettiği Bursa’yı büyük olasılıkla tam da Ovaakça sırtlarından görür ancak pek de etkilenmez:
“3,5 saatlik yolculuktan sonra küçük bir hana vardık. Burada yarım saat mola verdik. Oradan çok uzak olmayan bir yerde son tepeye ulaştık ve sonunda Olimpos Dağı’na yaslanmış Bursa şehrinin bulunduğu büyük vadi, bizi bekleyen manzaraya açılırken, insan hâlâ geriye doğru, dağın ve vadinin çok ötesinde ufukta taçlanan denizi görebiliyordu. Bu manzara çok güzel fakat ben İsviçre'de daha güzellerini görmüştüm; Bursa'nın önünde uzanan uçsuz bucaksız vadi ekilmemiş, ıssız ve kurak, bereketli çayırlar, akan bir dere, misafirperver şirin küçük bir köy bu görkemli ama tekdüze bölgeyi canlandırmıyor ve üzerlerini ebedi karların taçlandırdığı dev dağlar geniş vadiye bakmıyor. İsviçre, Tirol ve Salzburg’da böyle birçok manzaralar gördüm. Burada da münferit güzellikler gördüm ama bir bütün değildi.”
Gezginimiz diğer arkadaşları ile birlikte tam karşısında Uludağ’ı görmüşken şehirle ilgili ilk notlarını aktarır:
“Olimpos Dağı, uzun bir sırt oluşturan, ancak yüksekliği 6.000 fiti geçmeyen ve bu ay gümüşi beyaz karlarından tamamen arınacak olan güzel ve görkemli bir dağ. Sayısız minaresiyle Bursa, gözün daima üzerine düştüğü tek odak noktası; çünkü uzak yakın, etrafta cezbeden bir şey yok. Üzerinden çok yüksek bir taş köprünün geçtiği ancak Mayıs ayının yarısında atlarımızın toynaklarını ancak örtecek kadar az suyu olan küçük bir dere ve Bursa ya yakın yoksul küçük bir köy ile birkaç zeytin ve dut tarlası bu uzun yolda görülebilecek tek şey. Zeytin ağacı gittiğim her yerde bana çirkin gelmiştir; burada, Trieste yakınlarında ya da Sicilya'da olduğu gibi. Gövdesi yarık, yaprakları çelimsiz, küçük ve soluk yeşil. Dut ağacı ise; gür, verimli, parlak yeşil yapraklarıyla hoş bir görüntü sunar.”
İPEK ŞEHRİ
Ida Pfeiffer, belli ki gezisinin öncesinde Bursa ile ilgili temel bilgilere sahip. İpek üretimi ile ilgili küçük notu bunu gösteriyor:
“Bu bölgelerdeki ipek mükemmel kalitededir. Bu nedenle Bursa'nın kumaşları her yerde ünlüdür. Ne mutlu ki gün batımından önce şehre ulaştık. Gün batımından sonra Şark'taki bir şehre ulaşmaktan daha vahim bir şey olamaz; kapılar kapalıdır ve insan içeri girmek için boşuna çabalar. Hana ulaşmak için neredeyse tüm şehri gezmek zorunda kaldık ve bu sırada şehrin Konstantinopolis'in içi kadar bakımsız olduğunu görme fırsatımız oldu. Sokaklar dar, evler ahşaptan, kilden, hatta bazıları taştan inşa edilmiş, ancak hepsi köhne durumda ve aynı zamanda tuhaf bir görünüme sahip; örneğin her evin birinci katında o kadar belirgin cumbalar var ki sokağın yarısından fazlasını kaplıyor, sokağı dar ve karanlık hale getiriyor. Kaldığımız han da dışarıdan pek davetkâr görünmüyordu ve zaten geceyi geçireceğimiz yer konusunda çok endişeliydik. Ancak dış cephesi ne kadar perişan olsa da, iç mekânı bizi çok şaşırttı. Ortasında, birkaç dut ağacının gölgelediği, fokurdayan suyu olan bir havuzuyla ferah ve güzel bir avlu hemen dikkatimizi çekti. Etrafında iki katta, geniş, temiz, sade döşenmiş odalar vardı. Yemekler iyiydi ve hatta bize Olimpos Dağı’nın aşağı kesiminden bir şişe mükemmel şarap ikram edildi.”
ERTESİ GÜN VE ULU CAMİ İZLENİMLERİ
13 Mayıs gecesi Bursa’da merkezdeki bir handa konaklayan gezginlerimiz ertesi gün boyunca şehri gezme fırsatı bulmuş. Pfeiffer’in notlarına geri dönelim:
“Sabah erkenden, bir kavasın rehberliği ve koruması altında şehri ve çevresini inceledik. Şehrin kendisi çok büyük; 10.000’den fazla ev olduğu ve sadece Türklerin yaşadığı söyleniyor. Yaklaşık 4.000 evin bulunduğu banliyölerde Hıristiyanlar, Yahudiler, Rumlar ve farklı milletlerden insanlar yaşamakta. Şehirde 360 tane cami var, ancak bunların çoğu o kadar harap ve bakımsız ki, neredeyse fark edilmiyorlar. Camilere giriş için sadece bir kavas eşliğinde izin veriliyor. Aralarında tartışmasız en mükemmeli olan Ulu Cami'ye girdik. Gerçek bir başyapıt olduğu söylenen kubbe, narin sütunlar üzerine oturtulmuş. Caminin üstü açık, içine yumuşak bir ışık ve temiz hava yayıyor. Bu kubbenin hemen altında, içinde küçük balıkların keyif yaptığı büyük bir mermer havuz bulunuyor.
Sultan I. Mehmed ve Sultan Yıldırım Bayezid camileri de güzel mimarileri nedeniyle göz ardı edilmemeli, özellikle bir tepe üzerinde yer alan Sultan Yıldırım Bayezid Camii’nin cömert manzarası oldukça güzeldi. I. Murad’in camisinde halâ onun kıyafetlerinin ve silahlarının parçalarını asılı olarak görebilirsiniz. Bazı yazarların bahsettiği görkemli imparatorluk yapılarından hiçbirini görmedim. İmparatorluk köşkü o kadar basit ki, güzel manzarayı görmek için yukarı çıkmasaydık, her adımınız için yazık olurdu.”
IRGANDI TANIMLAMASI
Gezginimizin büyük olasılıkla eve dönüşte kaleme aldığı notların en ilgi çekici bölümü hayran kaldığı bir köprüyle ilgili. Bu köprü büyük olasılıkla Irgandı Köprüsü çünkü bir çarşıya benzetilebilecek bir yapıdan söz ediyor:
“Oldukça yüksek, ancak su bakımından fakir bir nehir yatağı üzerinde tamamen kapalı bir taş köprü, şehri banliyölere bağlıyor. Bu köprünün her iki tarafında ipek dokumacılarının yaşadığı ve çalıştığı küçük konutlar bulunuyor. Bu köprü bende büyük bir hayranlık uyandırdı, çünkü yapımı Şark'tan çok, bizim ülkemize aitmiş gibi görünüyordu. Ne Suriye'de ne de Mısır’da da böyle başka bir köprü görmedim. Sokakların hepsi çok ölü ve ıssız ki bu 100.000 kişilik bir nüfus için şaşırtıcı bir durum. Sokakların çoğunda insandan çok köpek görüyorsunuz. Sadece Konstantinopolis'te değil, Şark'ın çoğu şehrinde çok sayıda sokak köpeği var.”
KAPALI ÇARŞI
Pfeiffer ve arkadaşları çarşıları da dolaşmışlar tabii ki:
“Her yerde olduğu gibi çarşılarda ve özellikle de kapalı çarşılarda biraz canlılık var. Ticaretin en seçkin ürünleri, en güzel ve değerli olanları kapalı depolarda tutulan güzel ve dayanıklı ipek kumaşlardan oluşuyor. Ortak pazarda, küçük, son derece tatsız kirazlar da dahil olmak üzere yenilebilir gıdalardan başka bir şey bulamadık. Küçük Asya bu meyvenin anavatanıdır ama ne burada ne de sekiz gün sonra İzmir'de ondan eser görmedim.”
BURSA SUDAN İBARETTİR
Ida Pfeiffer, büyük gezginimiz Evliya Çelebi’nin Bursa ile ilgili en önemli tespitine de katılmış sanki:
“Bursa, Olimpos Dağından akan olağanüstü zenginlikte kristal, soğuk kaynaklara sahiptir. Yer altı kanalları şehrin içinden geçiyor, birçok sokakta altınızda ve yanlarınızda suyun şırıltısı duyuluyor. Her evde çeşmeler ve havuzlar var, çarşılarda bile var!”
HAMAMLAR
“Olimpos Dağı yakından, uzaktan göründüğünün yarısı kadar bile iyi görünmüyor. Eteği, genel manzarayı engelleyen birkaç küçük tepeyle çevrili. Kasabadan yarım saat uzaklıktaki hamamlar samimi, mütevazı, sağlıklı bir ortama ve bol miktarda maden suyuna sahip; birçok yabancı, kaybettikleri sağlıklarını geri kazanmak için buraya geliyor.
Hamamların en güzelinin adı Yeni Kaplıca’dır. Yuvarlak, yüksek bir salonda mermerden yapılmış büyük bir hamam yer alıyor ve bu hamamın üzerinde, bütünü büyülü bir şekilde aydınlatan çok sayıda (600 adet olduğu söyleniyor) ışıldayan camlara sahip muhteşem bir kubbe bulunuyor.”
14 Mayıs, Pfeiffer’in Bursa notlarına ilişkin son tarih. Tek bir güne sığdırdığı izlenimlerinin sonunda dönüş yolculuğuna ilişkin kısa bir not daha eklemiş Pfeiffer:
“Konstantinopolis'e dönüş yolculuğu pek de iyi geçmedi. Beyefendilerden biri atından düştü ve cep saatini kırdı. Eyer ve koşum takımları genellikle o kadar kötü ki, her an bir şeyler bağlamak ve yapmak zorunda kalıyorsunuz. Biraz sert sürüyorduk; yularlar koptu, eyer ve binici aşağı uçtu. Kayışın kopmasına gerek kalmadan sıklıkla attan düşme tehlikesi geçirmeme rağmen sağ salim geri döndüm. Beyler benden memnundu, zira geride kalmadım ve hiçbir yerde benim yüzümden durmadılar. Cüretimi ve yaşadığım korkuyu ancak gemiye bindiğimizde itiraf edebildim.”
DOĞU’YA SEYAHAT
Ida Pfeiffer’in ilk dünya turunun hemen başında Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde gezdiği ikinci şehir olan Bursa’yla ilgili notlarının da yer aldığı ilk kitabının ismi Doğu’ya Seyahat. Türkçe’de Ketebe Yayınları’ndan çıkan bu kitabından başka Pfeiffer’in dünyadaki 5 kıta ve onlarca ülkeyi içeren 4 gezi kitabı daha var.
Yorumlar